İnanmak ve İnanca Göre Yaşamak
Hükümler her ne kadar bize hitap
edişleri ve tarafımızdan gereklerinin yerine getirilişi
bakımından itikadî, amelî ve ahlâkî şeklinde üçe ayrılmışsa da, dindeki
yerleri bakımından hepsi itikadîdir. İslâm dini iman, amel ve ahlâk esasları
üzerine bina edilmiş olup bunlar kendi aralarında sıralandığında temelde
imanın, onun üzerinde amelin ve en üstte de ahlâkın yer aldığı görülür.
İLYAS ÇELEBİ*
İslâm dini iman, amel ve ahlâk
esasları üzerine bina edilmiş olup bunlar kendi aralarında sıralandığında
temelde imanın, onun üzerinde amelin ve en üstte de ahlâkın yer aldığı görülür.
Bu husus yüce kitabımız Kur’an’da güzel ağaca (şecere-i tayyibe) benzetilir ve
söz konusu ağacın köklerinin yerin içinde, dallarının ise semada olduğu
bildirilir.(1)
İslâm binasının iman, islâm
ve ihsandan oluştuğunu bildiren Sevgili Peygamberimiz de sözkonusu kompozisyonu
teyit etmiştir.(2)
İtikadî hükümler Allah’ın
varlığına, peygamberlerin hak olduğuna, âhiretin vukû bulacağına inanmak gibi
imana konu teşkil eden meselelerden oluşmaktadır. İtikadî meseleler gözle
görülen, elle tutulan yani duyu organlarıyla algılanan şeyler değil, vahiyle
bilinen hususlardır.
İtikadî hükümlerde kesin delil
aranır. Dolayısıyla bir konunun itikadî hükümlerden sayılabilmesi için muhakkak
nasta yer alması gerekir. Nas ya Kur’an âyeti ya da sağlam (mütevâtir) hadis
olur.
Ayrıca söz konusu nassın ifade
ettiği mana açık olmalıdır. Öte yandan itikadî meseleler zamana, mekana ve
hitap edilen fertlere göre değişikliğe uğramaz, gerçekliklerini daima korur. Bu
yüzden bütün peygamberlerin
insanlığa tebliğ ettiği iman esasları aynıdır.
Mükelleflerin yapacakları pratik
işler ve ifa edecekleri vazifeler demek olan amelî hükümler ikiye
ayrılır:
a) İbadetler: Allah’a karşı ifa edilmesi gereken kulluk
vazifelerinden ibarettir. İbadet, insanın fikrini yüceltir, ruhunu
olgunlaştırır, iradesini terbiye eder. İbadetlerin ruhu ihlastır, yani ifa edilişlerinde
dünya menfaati gözetmeyerek sırf Allah’ın rızasını gaye edinmektir. İbadetlerin
miktarı ve şekli Kur’an ve Sünnet ile tespit edilmiştir. İbadetler sırf ilâhî
hak olup artmaz eksilmez, zamanla değişmez.
b) Muamelât: İnsanlar arasındaki hukukî
münasebetleri düzenleyen bu hükümlerin özü adalettir. Esasları Kur’an ve
Sünnet’te vardır. Ahlâkî hükümler ise insanların kendi aralarında ve diğer
canlılarla (hatta cansızlarla) olan münasebetlerini düzenleyen âdâb-ı muaşeret
kurallarıdır. Bu kurallar nefsin terbiyesini hedef alır.
İslâm ahlâkının hükümleri Kur’an
ve Sünnet’te bir bir anlatılmıştır. Ahlâk kaidelerinin özü “yaratana hürmet,
yaratılana şefkat”tir. Hatta bu, İslâm dininin insanda gerçekleştirmek
istediği temel gayedir. Bu hükümler her ne kadar bize hitap edişleri ve
tarafımızdan gereklerinin yerine getirilişi bakımından itikadî, amelî ve ahlâkî
şeklinde
üçe ayrılmışsa da, dindeki
yerleri bakımından hepsi itikadîdir. Şöyle ki dinî bir hükmün varlığı Kur’an’la
veya mütevâtir bir sünnetle ispat edilmiş bulunuyorsa, yukarıdaki hükümlerden
hangisine girerse girsin, iman edilecek konular arasına girer, onun İslâm
dininin hükümlerinden biri olduğuna inanmak gerekli hâle gelir.
Meselâ İslâm’da anaya babaya
itaat emredilmiş, insanları çekiştirmek (gıybet) yasaklanmıştır. Bunların ikisi
de ahlâk kurallarındandır. Ancak anaya babaya itaatin dinin kesin emirlerinden,
insanları çekiştirmenin de yasaklarından olduğuna inanmak itikadî bir hükümdür.
Bu sebeple anaya babaya itaat etmemek veya insanları çekiştirmek ahlâk
kaidelerine aykırı düşer. Bunların ilâhî emir ve yasaklardan olduklarını kabul
etmemek imanı zedeler.
İslâm bilginleri imanın nasıl
gerçekleşeceği ve bir insanın mümin sayılması için hangi şartları yerine
getirmesi gerektiği konusunda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Ehl-i sünnet
kelamcıları tasdikle,
Cehmiyye ve Neccâriyye marifetle,
Mürcie ve Kerrâmiyye ikrarla, Havâric ve Mutezile ise tasdik, ikrar ve amelle
gerçekleşeceğini benimsemiştir. Kelam literatüründe iman terimi, esasları,
oluşumu, alametleri, amelle münasebeti, artıp eksilmesi ve müminin vasıfları
gibi açılardan ele alınır. Kur’an, kurtuluşu sağlayacak dindarlığın başında
imanı zikreder. İman, kalbe ait bir fiil olmakla beraber Kur’an, cennete iman
ve sâlih amelle girilebileceğini bildirmek suretiyle imanla ilâhî emirlere uyma
arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur.
İman-amel ilişkisi konusunda
Havâric, Mutezile ve Şîa mensupları ameli imandan bir parça (cüz) kabul
ederlerken, Selefiyye kemalinin şartı statüsünde cüz saymış, Mürcie imanla amel
arasında ilişki bulunmadığını ileri sürmüştür. Ehl-i sünnet kelamcıları ise
ameli imanın bir parçası kabul etmemekle beraber onu, imanın kemalini ve
etkisini ortaya koyan bir unsur konumunda tutmuş; özellikle Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî “kalbin ameli” tabiri ile imanın kuru bir iddia ve sadece bir
tasdikten ibaret olmadığını, zahirî amellerde eksiği bulunan kimsenin
derûnî-kalbî hislerinde Allah’ı, Rasûlünü ve müslüman cemaati tavizsiz bir
şekilde sevmesinin vazgeçilemez bir şart olduğunu vurgulamıştır. Bu anlayış
Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra sözlü ve fiilî sünnetle de uyum içindedir.
Ergenlik çağına gelmiş, akıl
yürütme yeteneğini elde etmiş, nesne ve olaylar arasında karşılaştırma yapacak
seviyeye ulaşmış her insan daha önce öğrendiği dinî gerçekleri akıl süzgecinden
geçirmeye, onların doğruluğunu yeniden tasdik edip benliğine mâl etmeye
mecburdur.
Bu durum İbn Abbas’tan rivayet
edilen bir hadiste şöyle ifade edilmiştir: Hz. Peygamber Muâz b. Cebel’i Yemen’e
vali olarak gönderdiğinde ona: “Yemenlileri önce Allah’tan başka ilâh
olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğumu tanıklığa çağır, eğer bunları
kabul ederlerse bu defa Allah’ın onlara her gece ve gündüz beş vakit namazı
farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse onlara Allah’ın mallarında
zenginlerden alınıp fakirlere verilen zekâtı farz kıldığını bildir.”
buyurmuştur.(3)
İslâm âlimlerine göre insanda
iman icmalî veya tafsilî olarak gerçekleşebilir. İcmalî iman, inanılması
gereken esaslara kalp ve gönülden kısa ve öz olarak inanmak demektir. Bunun en
kısa ifadesi kelime-i şehadettir. Sözlükte “tanıklık etmek, bildiğini
söylemek; kesin olarak haber vermek” anlamlarına gelen şehadet ile burada
“cümle” manasına gelen kelimeden oluşan kelime-i şehadet, “Şahitlik ederim
ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Hz. Muhammed O’nun
kulu ve elçisidir.” anlamına gelen “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve
eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh.” Cümlesinden oluşur. İki kısımdan
oluşan kelime-i şehadetin birinci kısmı zât, sıfat ve fiilleriyle bir olan
Allah’a, ikinci kısmı ise Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna
tanıklık etmeyi ifade etmektedir. Kelime-i şehadette geçen “rasûlüh” tabiri Hz.
Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu ve O’ndan vahiy aldığını ifade ettiği
gibi, “abduhû” tabiri de onun Allah’ın kulu olduğunu ifade eder. Kelime-i
şehadet, bir kişinin İslâm’a dâhil olmasının ilk merhalesi olup onu tasdik ve
ikrar eden kişi İslâm ümmetinin üyesi olma şerefini kazanmış ve İslâm hukukunun
müslümanlara
tanıdığı bütün hak ve
sorumluluklara sahip olmuş olur. Bu zengin anlamı dolayısıyla kelime-i şehadet
İslâm’ın şiarı kabul edilmiş, günde beş vakit minarelerden okunan ezanın ikinci
cümlesi olarak yer almış, imanın altı esasının sıralandığı âmentü bu cümlelerle
sonlandırılarak adeta tasdik edilmiştir. Aynı şekilde yeni doğan çocukların
kulağına bu cümle okunmakta, İslâm’a girmek isteyen kişilerden bu cümleyi
tekrar etmeleri talep edilmekte ve dünyadan imanla göç etmeleri için ölmek
üzere olan kişilere son demlerinde kelime-i şehadet getirmeleri telkin
edilmektedir. Tafsilî imana gelince o, inanılması gereken hususlara ayrı ayrı
ve ayrıntılı bir şekilde inanmak demektir. Bunun tanımı Hz. Peygamber
tarafından şu şekilde yapılmıştır: “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe ve bir de hayrıyla şerriyle birlikte kadere
inanmandır.” (4)
İslâm’ın itikadî hükümlerini altı
prensip olarak hülâsa eden bu hadis, dinimizin ‘âmentü’sünü oluşturmuş ve
bütün akaid meselelerinde esas alınmıştır.
Âmentü bizim akaid sistemimizin
özünü ve nüvesini oluşturur. Kâmil iman tarif edilirken şöyle denilir: “İman,
kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel etmektir.” Bu tarif iman
esasları ile İslâm şartlarını birleştirmiş bulunmaktadır. Ancak âlimlerimizin
büyük çoğunluğu, aslında bir kalp ve ruh hali olan imanı tahlile tâbi
tuttuklarında onun aslî unsurunun
tasdikten ibaret olduğu sonucuna
varmışlardır. Bir insan İslâm’ın sunduğu iman esaslarını kalbiyle tasdik ettiği
takdirde Allah nezdinde mümindir. Ancak diliyle ikrar etmedikçe, onun mümin
olduğu bilinemeyecek ve insanlar arasında müslüman telakki edilemeyecektir.
Uzuvlarla amel etmeye, yani namaz kılmaya, oruç tutmaya gelince, yine
âlimlerimize göre bunlar imanı teşkil eden unsurlardan değildir.
Şu halde iman esaslarını kalbiyle
tasdik eden, bunun yanında Allah’ın kesin emir ve yasaklarının gerçekliğini de
benimseyen, fakat amelde eksiği bulunan, ilâhî emirlerin tamamını yerine
getirmeyen ve yasaklarının tümünden kaçınmayan kimse yine mümindir. Ergenlik
çağına gelmiş, akıl yürütme yeteneğini elde etmiş, nesne ve olaylar arasında
karşılaştırma yapacak seviyeye ulaşmış her insan daha önce öğrendiği dinî
gerçekleri akıl süzgecinden geçirmeye, onların doğruluğunu yeniden
tasdik edip benliğine mâl etmeye
mecburdur. Burada söz konusu edilen fikrî muhakemenin muhakkak mantık
kurallarına dayalı teknik bir muhakeme olması gerekmez. Söz konusu edilen şey
aklı başında her insanın yapabileceği basit, tabii ve olağan bir akıl
yürütmeden ibarettir. Böyle bir tefekkür işlemine tâbi tutulmayan ve taklit
seviyesinde kalan iman tabiri caiz ise iğreti bir inançtır; karşı görüş ve
telkinlere maruz kaldığı takdirde direnç göstermekten âciz kalır.
İman esasları karşısında
insanları üç gruba ayırmak mümkündür:
a. Müminler: İnananlar, iman esaslarını kalben tasdik
edenler. Bunlar dünyada müslüman muamelesi görürler, âhirette ise şayet
günahkâr iseler bir müddet azap görebilirler, fakat eninde sonunda cennete
girer, ebedî kurtuluşa ererler.
b. Kafirler: İman esaslarından birini, birkaçını veya
tümünü inkâr edenler. Böyleleri dünyada insan haklarına sahip olmakla beraber
müminlere has haklardan mahrum kalırlar. Âhirette ise cehenneme konulur ve
ebedî azaba çarptırılırlar.
c. Münafıklar: Kalben inanmadıkları halde dış yüzleriyle
“müslümanız” diyenler, Müslüman görünenler. Münafıklar müslümanların arasına
karıştığı
ve iç yüzlerinin bilinmesi mümkün
olmadığı için insanlar tarafından müslüman telakki edilir ve dünyada mümin
muamelesi görür. Fakat Allah katında kafir olduklarından âhirette ebedî azap
içinde kalırlar.
Sonuç olarak insan dünyaya bir
kere gelmektedir. Onu bu dünyaya gönderen Yüce Allah, Bezm-i Elest’te ona
kendini tanıtmış, peygamberler aracılığıyla da bu sözü hatırlatmıştır.
Biz iman ederken bu sözümüze
sadakatimizi ikrar etmiş oluyoruz. İkrarımızdaki sadakatimizi ise amel-i
salih ve güzel ahlâk ile ispat
ediyoruz. Böylece inanmanın ve inandığı gibi yaşamanın önemi ortaya çıkıyor.
İnanan ve inandığı gibi yaşayan insanlara ne mutlu!
* Prof. D. Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
D İ P N O T L A R
1. İbrahim 14/24.
2. Müslim, İman, 1.
3. Zebîdî, Sahih-i Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, V, 34.
4. Müslim, İman, 1.
Yorum Bırakın